Hoş bir cafede oturup, bir fincan kahveyi ağır ağır yudumlamak, dışarıda
yapmaktan hoşlandığım tek şey. Kimbilir, dokunulmazlığımın zırhı kendini en iyi
hissettirdiğinden olabilir. Duyma ve görme algılarım devre dışı kalır, kalabalık
ve konuşma sesleri kalın bir perdenin ardından gelen boğuk bir uğultuya
dönüşür. Yakınımda oturanların yüzleri silik birer mürekkep lekesi,
konuşmaları bilmediğim bir dilin yankısı gibi gelir. Açıkçası bu halimin bende
tarifsiz bir haz uyandırdığını
itiraf etmeliyim, hatta inanılmaz heyecan
verici. Ara sıra da olsa, iş ve hayatın izin verdiği zamanlarda, Aşk'ım ile
birlikte böyle bir yerde oturup soluklansak, görünmez kanatlarımı mümkün
olduğunca geniş açıp ikimizi bu muhteşem yalnızlığın içine almaya çalıştığımı
hissederim.
Ne zaman canım birşey yapmak istemese, sıkıntılı bir boşluğun
eşiğinde sendelesem ya da içim içime sığmıyorsa dışarıya çıkıp temiz, hoş bir
cafede vakit geçirme arzusuna kapılırım. Orada sessizce oturup, sıcak bir
fincan kahvenin buğusunda lal cümlelerimi sıraya koyarken, kimsenin umursamadığı
ayrıntıların farkına varmayı beklerim.
Günlük tutmadım, belki de
tutamadım demeliyim çünkü bunu yapmayı çok istesem de yeterince çaba
göstermediğimi hatırlıyorum. Resim karalamaktan hoşlanırdım, her defterimin
son sayfaları karakalem eskizlerle doluydu; insan yüzleri, çiçekler, kuşlar...
Bazen aklımın ucundan geçer, tuval ve boya alıp resim yapsam mı diye, sonra
heves deyip kendimi vaz geçiririm. Düşünüyorum da, korkuyorum galiba, yapmayı
unuttuklarımdan...
İnsan onu en çok etkiledikleriyle yaratıcı olur: yazar,
çizer, anlatır ve bunları yaparken bir bütünü tamamlar. Bana göre, eğer
yazmaz, çizmez, anlatmaz ise geleceği değiştirecek olan geçmişteki ayrıntılar
unutulur.
Her insan kendini farklı şekilde ifade eder, kimi hırçın ve
saldırgan, kimi sakin ve aymaz, kimi sessizce. Daha pek çok sıfat ve rol var
elbette ve şu bir gerçek ki insanın kendisi gibi davranması çok önemli.
Başkasının hayatını yaşamayı seçmek fedakarlık veya katlanma değil, ayrıntıları
yok sayıp kendi bütününden kaçmak olur. Ne ebeveyn olmak ne de Aşk, bahane
değil. Mesele insanın ruhundaki sonsuz Aşk ile kendi yalnızlığı ile bir başka
yalnızlığın arasında köprü kurabilmesi...
Yaşlandıkça, eski
fotoğraflar birer hüzünlü ayrıntı gibi görünür insana. Oysa onlara baktığında
yapmayı unutmuş olduklarını hatırlayabilir. Yıllar önce yazdıklarını
okuduğunda şevkat, umudu ve merhameti tekrar bulabilir, hatta gülümsemeyi de
hatırlayabilir... İnanmayı hatırlayabilir, koşulsuz ve klişesiz, saf ve
yürekten, çünkü inanmak güçlü olmaktır.
Fotoğraflara bakıp
kırışıklıklarına üzülen insanların yoksulluğunu en muhteşem hazine bile
gideremez. Renkli şekillerle kaplanan tuvallerde sevinci, ruh'un coşkusunu
yansıtmayan ressamın maneviyatı olduğunu düşünemem. Ve o sevinç, o coşku asıl,
varlığın ayrıntıları. Hayat, ruhu şekilden şekle bürünmeye zorlamak değil,
hayat kendini yaşatmak derdinde, senin kim olduğun onun hiç mi hiç umurunda
değil. Ruh, duygularına anlam yüklemek ve tertemiz kalabilmek için savaşır.
Bu yüzden ne kadar acımasız davransa da insan, ne kadar hırslı ve aç gözlü,
sinsi ve hilekar olsa da, ezip geçse de tüm kainatı, kaçınılmaz bir Son onu
beklemekte. Vicdanının şahit olduğu bir yargılama; tırnaklarında ve her bir
saç telinde duyacağı korkunç bir acı ile kıvranacağı, temyizi olmayan son
mahkeme.
İnsanın unuttuğu bir şey var: eksik doğduğu. Bunu anlayamadığı
veya göz ardı ettiği de olabilir. İnsan, yalnız doğmak ve yalnız ölmek gibi
klişeleşmiş sözlere ilham olmuş bir hal içerisinde. Onun yalnızlığı farklı ve
özenle yaratılmış olmasından, ta ki hayatın içinde kendi kendini yok etmeye
başlayana kadar... Kendisini tamamlayan eksik parçayı bulmadıkça var olmanın
anlamını kavraması imkansız. Hiç kimsenin sadece doğmak ve ölmek için doğmuş
olacağına inanmam, çünkü bence yaradılışın anlamı ruhuna yazılı kader ile
yüzleşmek, diğer kendine kavuşup bütün olmak ve o bütünü sonsuzlukla
taçlandırmak...
Derler ki, insan bir tek kendine yalan söyleyemez.
Yapamaz çünkü gerçeği bilen kendisi. Yine de buna rağmen hakikate gözünü
yumuyorsa eğer, hayatı kocaman bir yalan olur. Gerçekler bazen bir insanın
kaderini değiştirir, güzelleştirir ya da mahveder. Gerçekler bazen özlenen,
bazen istenmeyen, bazen ise acıtandır. Kendine ne kadar yalan söylesen de, ne
kadar bahane biriktirsen de gerçeğin ışığı her daim ortaya çıkacak bir dehliz
bulur. Bu yüzden gerçeğine koşmalı insan, bir an evvel, tereddüt etmeden...
Hayat öyle kısa ki... düşlerle bezenen bir uyku. Başımı yastığa koyar
koymaz daldığım veya sabahın erken saatlerine kadar beni bekleten uyku... Ve
ben, nefes almanın mucizevi sarhoşluğunda şükrediyorum, kalabalığın ortasında
Aşk'a dair yalnızlığıma. Şükrediyorum, ruhuma dokunan, Sana, Aşk...
eylül
niyese hüzün var yazında ,ama güzel...beni izleyen herkesin bayram ziyaretlerine çıktım,tatlı,mutlu bayramlar dileklerimle.
YanıtlaSil